Daha önce yazdığım bir yazının başlığında ve içeriğinde kullanmıştım “Kadın kadının yurdudur” ifadesini. Şimdi 8 Mart 2020 öncesi, tekrar ikinci bir yazının temelini oluşturuyor. Böyle bir tercih yapmamın nedenlerinden biri, Türkiye’de ve dünyada her geçen gün gelişen kadın hareketi. Diğeri yükselen dinamiklerle kadınlar arası dayanışma ihtiyacının ve birlikte yol alma gereğinin her geçen gün yenileniyor oluşu.
“Adam adamın kurdudur” ifadesini “Kadın kadının kurdudur”a dönüştürecek yetenekte olan bir sistem içinde, yurt olmayı farklı bakış açılarıyla yazmak mümkün. Kadınların kişisel ve kolektif tarihlerine sahip çıkacak yol ve yöntemler, bize çeşitli olanakları sunma noktasında uygun bir zemin yaratma şansına sahip. Yurt olmak mı, yurdundan olmak mı? İki türlü de bakılabilir. Bunda bir sakınca görmüyorum. Sonuçta hayat birbiriyle bağlantılı şeylerden oluşuyor ve sistematik bir hareket var. Aynı zamanda bulunduğumuz sistem değişim ve dönüşüm yakalanmadıkça, kendini tekrarlayan bir döngüden oluşuyor diye düşünüyorum. Hatta spiral bir döngü, dönen birbiriyle bağlantılı ve aynı yerde olmayan. Bulunduğunuz yerden nasıl görünüyorsa yani.
Şimdi birkaç soru sormak istiyorum.
Kadınlar göçmen midir?
Kadınlar mülteci midir?
Ve tekrar sormak istiyorum: Kadınlar sığınmacı mıdır?
Bir insanın ilk yurdu annesinin bedenidir. Orada hayat bulur, gelişir, büyür ve vakti geldiği anda annesinden göç eder. İlk göçle hayat yolculuğu başlamıştır. Bu gerçekten zorlu yolculuktur. Kişisel iktidarlardan küresel iktidarlara, bireyden devlete, mikrodan makroya bir yolculuk başlar. Var olan yapı erkek gücünü besler. Bu yol kadınlar için daha zorludur. Çünkü kendi potansiyelini gerçekleştireceği, varlığının onaylanacağı, temel haklarını kullanabildiği bir dünya yoktur. Erkek egemen iktidar içine doğar ve sömürgedir artık.
Annesinden göç ettikten sonra bir erkeğin iktidarından başka bir erkeğin iktidarına yol alır, bir evden başka eve göç eder. Şiddete uğrar, yok sayılır, emek ağırlıklı çalışır ve eğer anne olursa, kendinden göç edecek çocuklar dünyaya getirir.
Var olma mücadelesinden Virgina Wolf’un kendine ait bir odasına, hayatı elinden alınan kadınlardan, dünyanın yarısını isteyen kadınlara kadar her kadının hikayesi başlı başına göç konusudur.
Bir kadın doğduğu andan itibaren göç halindedir, zaman zaman sığınmacı, zaman zaman mülteci.
Şimdi size başka sorular sormak istiyorum. Siz bir yerden bir yere hiç göç ettiniz mi? Nereden nereye göç ettiniz? Ne zaman mülteci oldunuz, ne zaman sığınmacı? Kimler sizden göç etti? Kimler size sığındı? Siz ne yaptınız?
Kendi göç hallerimize bakmak gerekiyor. Kendimizi anlamak, başkasının hayatını anlamamızı kolaylaştırabilir. Kimin hayatını kolaylaştırdınız, güzelleştirdiniz?
Yaşadığımız yüzyıl çok farklı gelişimlere sahne oluyor. İnsanlığın bu dönemde yaşadığı tanıklıklar başka bir hayatın izlerini sürerken daha iyi bir dünyayı var edebilecek mi hep birlikte göreceğiz. Aynı evlerde hapsedilen hayatlardan akıllı telefonlarla sınırlanan iletişim olanaklarına, bir tarafta teknolojinin baş döndürücü bir hızla gelişimiyle birlikte ortalama insan ömrünün uzamasına, diğer taraftan yoksulluk ve açlık nedeniyle ölen çocuklara, ekonomik krizlerden sanal paraya kadar çok farklı dinamiklerin öne çıktığı bir dönemde yaşıyoruz. Ölümsüzlük tartışmaları yapılırken, savaşlar ve terör nedeniyle ülkelerinden ayrılmak zorunda kalan milyonlarca insan, yolculukları sürecinde insanlık dramlarını en acı haliyle yaşıyorlar. Dünya dışı arayışlar artıp Mars’a yerleşim planları yapılırken, dünya üzerinde milyonlarca insan insanlık dışı koşullarda yaşamak zorunda kalıyor; sokaklarda yaşıyor ya da yaşayamıyor. İnternet üzerinden oluşan sosyal ağlarla dünyanın bir ucuna ulaşmak saniyeler içinde olurken, bir yerden bir yere göçmek zorunda kalanlar için 100 metre ötesi ulaşılamayacak kadar büyük bir zaman dilimini kapsayabiliyor.
Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi Nüfus Dairesi’nin verilerine göre göçmen sayısı 2019 itibariyle 272 milyonu aşmış durumda. Birleşmiş Milletler Mülteci Ajansı'nın verilerine göre savaşlar, iç karışıklıklar, terör, ekonomik zorluklar gibi çeşitli nedenlerle ülkelerinden ayrılan veya ayrılmak zorunda kalan insan sayısı yaklaşık 71 milyon civarında. Son 50 yıllık dönemde dünyadaki göçmen sayısının yaklaşık 3 kat arttığı görülmekte, neredeyse dakikada 20 kişi mülteci konumuna düşüyor.
Bunların yarısı kadın. Kadınların yaşadıkları sorunlar iki üç misli katlanarak önüne geliyor. Göç sürecinde kadınlar ve kız çocukları fiziksel şiddet, cinsel taciz ve istismara uğruyorlar. Zorla alıkonabiliyorlar, insan ticaretine maruz kalıyorlar. Köleleştiriliyorlar, erken evlilik yapmaya zorlanıyorlar. Karar alma süreçlerinin dışında bırakılıyorlar. Oldukça kötü sağlık koşulları içinde hayatlarına devam ediyorlar. Eğitim olanaklarından uzaklar. Ciddi ekonomik problemler yaşıyorlar.
İnsanlar bir yerden bir yere sürekli hareket halindeler. Bu hal kültürler arası geçişleri çok hızlı bir hale getirirken sorunlar farklılaşıyor. Bu soruların çözümünde pek çok şeye ihtiyaç var. Yeni yasalara, uluslararası sözleşmelere, ekonomik desteğe, dayanışmaya, ağlar oluşturmaya ihtiyaç var. Bir tarafta aynı toplum içinde farklılıkları nedeniyle kutuplaşarak birbirine düşman gözüyle bakan ve ötekileştiren gruplar çatışma halindeler. Diğer tarafta zorlu şartlardan geçtikten sonra başka bir ülkede yaşamak zorunda kalan göçmen, mülteci ya da sığınmacılar ile onlara destek verenler ve yükselen ırkçılık hareketleri karşı karşıya. Tüm kutuplaştırmaların ve yok saymaların önüne geçecek yaklaşım, ortak noktalardan beslenerek büyüyebilir. Bu konuda farkındalığın artması, toplumsal duyarlılığın yükselmesi, sevginin öne çıkarılması daha acil bir çalışma alanı olarak önümüzde duruyor. Birlikte yaşama, hayatı paylaşma pratiklerini geliştirmek bunu yaparken de hiçbir ayrımcılığa izin vermemek en önemli unsurlar.
Oysa yerleşik sistem güçlüden yana ve güçlüye hizmet etmeye devam ediyor. Tam bu noktada göç konusu bir insanlık sorunu. İnsanlar arasındaki hiyerarşi ve ayrımcılığın en keskin olduğu bir alan. Göçmen ile göç eden arasındaki ilişkiyi toplumsal cinsiyetin dinamikleri açısından irdelersek kadınların durumu daha büyük önem taşıyor. Göçün, güç ve iktidarla olan ilişkisi aynı zamanda göçün kadınsılaşmasını ifade ediyor. Sabit ile göçen arasındaki iktidar ilişkisi sanki hayatın her yerinde ve eşitsizlik üretmeye devam ediyor. Bu temel üzerinden şekillenen kadınların hak mücadelesi aynı zamanda insanlık mücadelesi. Bu mücadele eşitliği, adaleti ve özgürlüğü talep ediyor. Öncelikle hayatımıza güçlük çıkaran unsurlara güç vermeyi bırakmak gerekiyor.
Kendimizin ve neler yapabileceğimizin farkında olmak yaşanan olumsuzlukları gidermenin başlangıç noktalarından biri olabilir. Kadınların yazılmamış tarihini kişisel tarihimizle harmanlamak ve kolektif bilince olan etkisini görmek bir kez gerçekleştiğinde hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı çok açık. Unuttuysak hatırlamaya, hatırlıyorsak harekete geçmeye, harekete geçmişsek daha çok bir arada olmaya ve dayanışmaya ihtiyacımız var. Yeniden sorgulamaya, yeni yollar bulmaya birbirimizi anlamaya ve şu sorunun yanıtını vermeye ihtiyacımız var: Erkek egemen yapı içinde göç edeceğimiz başka bir yer kaldı mı? Kalmadı… O zaman yaşadığımız yüzyılı kadınların yüzyılı yapmak bizim ellerimizde. Kadın kadının yurdudur derken, bizler sadece birbirimize yurt olmakla kalmayacağız. Kainatın sonsuzluğunda bizi yok sayan sistemleri evirip çevirip, eninde sonunda dünyayı insanlığa yurt yapacağız.
8 Mart'ın anısına saygıyla.