Güzel bir Cumartesi sabahı, Kadıköy’den deniz yolu ile karşıya geçiyoruz, İstanbul tüm güzelliği ile karşımızda. Boğaz, kız kulesi, gittikçe değişen İstanbul silueti ve denizin kıpırtıları arasında tarihi yarım adaya yaklaşıyoruz. İstanbul’a olan aşkım bir kez daha alevlenirken, Topkapı Saray’ına bir kez daha bakıyorum. Son günlerin Tartışma konusu olan harem, enkaz, şiddet, ölüm, yaşam ve ardı sıra yüklenen diğer kelimeler beynimde uçuşuyor. Harem ve Saray ilişkisini düşünüyorum. Her Saray’ın bir haremi var mıdır? Sorusu takılıyor aklıma.
Saraylar büyüktür, çok odalıdır, o odalarda hayatlar nasıl şekillenir derken, Kadınlara bir odaları olması gerektiğini söyleyen Virginia Woolf’u hatırlıyorum.
Virginia Woolf son günlerde bir yayınevinin biyografisini yazarken kullandığı cinsiyetçi dil ile gündeme geldi. “Kendine Ait Bir Oda” adlı kitabın başında yer alan biyografi şöyleydi
“Virginia Woolf: Küçük yaşta yazarlığa, 59 yaşında mezarlığa adım attı. Dalgalarla sörf yapıp nehir bile denemeyecek bir kaşık suda boğuldu. Bilinç akışı mı… nehrin akışı mı? Odalarda ışıksızdı. Paranoyaklığı zaten Shakespeare’in olmayan kız kardeşi üzerine saatlerce konuşmasından belliydi. Geri gelir mi? Gelirse gelsin, kim korkar bakire kurttan? Bkz. Nicole Kidman”.
Yayınevi Eleştiri aldı, protesto edildi, bunun sonucunda olayın maksadı aştığı ifade edildi, özür dilendi. Özür dilenmesini çok önemli buluyorum. Önemli olan günlük hayatımızda yer alan, alışılmış ve sürekli tekrarlanarak ilişkilerin ve rollerin her an yeniden belirlenmesine yol açan dilin tekrarlanmaması ve kullanılmaması. Her şeyin başlangıcı sözle gerçekleşiyor. Eşitlikçi, barış huzurdan yana bir dili kullanmayı öğrenmek gerekiyor. Katman katman hayatımızda yer alan davranışlarımız, alışkanlıklarımız en çok da söz aracılığı ile karşılığını buluyor. Beynimizin gizli koridorlarında yol alan bir kelime, neden, nasıl, niçin duraklarında nefeslenmiyorsa otomatikman alışkanlıklar ve alışmalara, masum gibi gözüken ve algılanan bir durum ağır bir suça kolaylıkla dönüşebiliyor.
Woolf 1882’de Londra’da doğdu. Kadın hareketinin içinde yer aldı ve İşçi Partisinin çalışmalarına aktif olarak katıldı. Dönemin aydınlarının oluşturduğu “Bloomsbury” grubunun kurulmasında etkin rol oynadı. 1941’de Ouse Nehri’nde intihar etti.
Başlıca yapıtları arasında Dışa Yolculuk , Jacob’un Odası, Mrs. Dalloway, Deniz Feneri , Orlando , Dalgalar ,
Birden martılar ve güvercinler birlikte havalanıyor, sanki kanatlarında insanlığın hırs ve açgözlülüğü uğruna hayatlarını kaybetmiş kadın ve erkeklerin isimleri yazılı, yoksa bana mı öyle geliyor.
13.Mart.2016-İSTANBUL