Eczanelerde yeni dönem! Artık E-Nabız sistemine kaydedilecek.
Bembeyaz boş bir sayfaya renkli kalemlerle çizilen, minik yüreklerde heyecanın voltalarıyla adımlanmış kocamanlık içinde minicik bir dünya.
Kimileri için mazide kalan, kimileri için ise, solmayıp halen içinde yemyeşil sakladığı hevesler, mutluluklar, korku ve heyecanlar.
Biz de çocuktuk. Güneş gökyüzünden değil, bizim içimizden doğardı. Oyuncaklarımız vardı. Cırcırlı cırcırsız kaytanlı topaçlar, rengârenk misketler, pazardan alınma naylon arabalar, marangoz ya da evin kömürlük kısmından bulunma çıtalarla yapılan renkli uçurtmalar. O uçurtmaları gökyüzünde süzülürken izlemek belki de farklı hayallere daldırırdı bizi, gökyüzüne bakabilmek, mavi düşlere dalmak gibi. Bazen de kimin uçurtması daha yükseğe çıkacak yarışması yapıp, parmaklarımızda ipi kaydırırken bedenimizi farklı bir heyecan ve telaş sarardı.
Oyuncaksız oynadığımız oyunlar da olurdu; körebe, saklambaç, kuka, istop, tombik gibi… Genelde erkekler kurtarmaç, kızlar ise saklambaç oynardı. Yağmur sonrasında, ıslanmış bir yer bulup üzerine “V” harfi çizip çivi ile birbirimizi hapsetmece oynardık. Sokak aralarına koşar, korkusuzca gece yarıları merdiven altlarına saklanırdık. Avucumuza sıkıştırılan bozukluklarla bakkaldan aldığımız çikletlerden çıkan artist resimleriyle, ya da kibrit kutularının resimli yüzünü kesip ön yüz mü-arka yüz mü oynamak ve birbirimizden o kartları ütmek güzel bir haz bırakırdı bizde. Kazandıkça sevinir, göğsümüzde taşıdığımız kuş kanat çırpardı.
Derken çok çabuk büyüdük. Renkli misketler, balonlar, arabalar, gökyüzünde birbirleriyle dans eden uçurtmalar bizden çok uzakta kaldı. Gençlik yaşımız 14–15 idi. İlk falakayı Gayrettepe’deki 1. Şube’de yedim. Suçumuzu bilmiyorduk ve suç diye üzerimize yükleneni de suç olarak görmüyorduk. Çünkü bizim Sayanora Sineması’nın afişçisi her hafta iki kez afiş asarken kimse onu kolundan tutup götürmüyordu. Ama biz afiş astık diye, 1. Şube’ye götürülüp 1 hafta boyunca eşek sudan gelene kadar dövülmüştük.
İkinci dayağımı ise 16 yaşımda Sansaryan’da yedim. Yedim ama hem de ne dayak! Hani işkence derler ya, işte ondan tam 5 gün sürdü. Sonra 2. Şube hakkımda “bu velet siyasi” dedi ve beni 1. Şube’ye servis yaptı. 1. Şube’ye ikinci gidişim, ilkinden farklı ve her şey daha da sertti.
Sonrasında cezaevi hayatına benim de biletim kesildi. Oyunlar, arkadaşlar uzansam elimle tutamayacak kadar çok geride kalmıştı. Bu hapsetmece hiç de ıslak zeminlere çizdiğimiz “V” harfinin içinde çivilerle çevrelenmeye benzemiyordu. Demir kapılar yüzümüze bir bir çarpılıp, soğuk kilitlerle, sürgülerle kapanıyordu. Kafesimde taşıdığım kuş, eskisi gibi kanat çırpmıyor, adeta çırpınıyordu. İçimde kalanlar, yarım kalmışlıklar, heyecanlar can çekişiyordu. Sevinçler suskunluğa bürünmüş, tatlı gülümsemeler ise duvağını bile takmadan gelin olup başka diyarlara uçup gitmişti.
Neyi nereye sığdıracağımızı bilmiyorduk. Büyümüştük, bedenler cılız ama cesaretler demir gibiydi. Ülke bizden uzakta, sisle kaplanmış, ulaşılmaz bir yerde kalmıştı sanki. İnandıklarımız içimizde günbegün daha da büyürken, beynimizdeki, içimizdeki her şey demir yığınlarının içinde kalmıştı korkusuz bedenlerimizle birlikte. Haykıran gırtlakların üzerine oturulmuştu sanki. Hâlbuki her şey yeni başlıyordu, yapacaklarımız dengesiz bir rüzgâra kapılıp savrulmuştu sadece. Zaman inat, bizler inat… O kocaman gökyüzünü sadece paslı demirlerle çerçeveleyen ufak bir camdan ya da, büyük duvarların ardından görebiliyorduk. Yeni bir hayat, yeni arkadaşlar, yeni yüzler… Değişmeyen tek şey; inandıklarımız, ideallerimiz, amaçlarımız…
Bekleyişlerle geçen rutubetli yılların ardından, sil baştan yeni bir hayata demir kapının sürgüsü açıldı. Fakat çocukluğumu da içeride bırakmıştım. Annelerin seslenişiyle oyunu yarıda bırakan çocukların gidişi gibiydi bizimkiler de. Herkes evine gitmiş, kapılar kapanmıştı. Ne topaçlar ne uçurtmalar ne de o gülen gözlü çocuklar… Hayat şimdi yeniden başlıyordu Büyük adımlarla, bu trenin kompartımanında yerimi alacaktım bende.
Dışarıda gökyüzü daha büyük, uçsuz bucaksız. Özgürlüğüne kavuşmuş biri olarak, yeniden kavgaların içine dalacaktım. Çok zaman geçmedi, bu trende boş kalmış bir koltukta yerimi aldım, belki önlerde, belki diplerde. Çocukluk bizler için masumiyetti, büyümek ise korkunçtu, ya da bir şeylerin farkında olabilmekti. Kenarda kalmış hayatlar bizlere göre değildi. Hesaplaşma içinde elbette bizler de yerimizi alacaktık. Yaşam kavgaydı, kavganın içinde yer alabilmekti. Göz açmaktı, ama asla göz yummamaktı. Gözlerimizi sadece ya bir direğe ya da kalın bir ağacın gövdesine sarılarak yummuştuk. “Önüm, arkam, sağım, solum, sobe!” Ve halen de patlayan-patlamayan çömleklere rağmen bitmeyen sobelemeler…
Belki yarım kaldı, belki dolu dolu yaşandı. Yine de çocukluk güzel şeydi. O cıvıl cıvıl renkleri şimdilerde bulamasak da her şeyi betonarmelerin altına gömsek de çocukluk güzel şeydi. Baharla açan iğde ağaçlarının kokusunu içine çekebilmek gibi, uçurtmaları gökyüzüne hasret bırakmamak gibi, çakıl taşları toplayabilmek gibi, mücadeleye erken başlamak gibi…
Evet; biz de çocuktuk güvercinlerimiz vardı, bacalardan yuvalarıyla dağıtılmıştı…
Biz de çocuktuk, bizim de oyuncaklarımız vardı ve tankların altında ezilmişti…
07072009 Arşivden seçmeler