Temel Demirer yazdı: Krizin son aşaması; çöküş

“Ve zaman her şeyi

olması gereken yere taşıyor.”

Fikret Başkaya, ‘Ahvâl-i Umûmiyye’ye ilişkin röportajında “Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu bir kelimeyle ifade eder misiniz desem o kelime ne olurdu?” soruna “Çöküş olurdu herhâlde…” yanıtını verip ekliyor: “Çöküş, geri dönüşü olmayan eşiğin aşılmasıdır… Eğer bir sosyal sistem, bir üretim tarzı verili yasal ve kurumsal çerçeve dâhilinde toplum çoğunluğunun ‘teme ihtiyaçlarını (işte gıda, barınma, sağlık, eğitim, ulaşım, güvenlik…) asgari düzeyde bile karşılayamaz duruma gelmişse, orada krizden değil, çöküşten söz etmek gerekir… Kriz, genel denge durumundan bir sapma demeye gelse de geri dönüşü de imâ eder… İşte, kriz geçirmiş denir…”

Hâlimizin özeti bu…

Hayır, abartmıyorum!

Açlık ve yoksulluk tüm sınırları aşıyorken; derinleşerek yaygınlaşan kriz, “Yolun sonu karanlık,” dedirtiyor.

Ekonomide “rasyonel bir zemine” dönülecekmiş söylenceleri de bir şey anlatmıyor. Nedir bu “rasyonel”?

“Rasyonel” kavramının içeriği, sınıfsal konumlara, çıkarlara hatta zamana göre değişir. Kapitalist için işçiyi sömürmek, kâr peşinde koşarken iklimi, ekolojik dengeleri krize itmek “rasyonel bir zemin” iken işçi sınıfı ve halk açısından sömürülmeyi, iklim krizini kabullenmek “rasyonel bir zemin” değildir.

Bu sürdürülemez zeminde zaman kötüden daha kötü bir yere doğru hızlanıyor...

Mevcut durum, “Ekonomi türbülansa giriyor,” türünden tekerlemelerle açıklanamaz; “Türkiye’de kurumsal bir çöküş var,” diyen Prof. Dr. Daron Acemoğlu çok haklı.

Türkiye’de makroekonomiye dair gelişmeler gelecek 10 yılda kötüye gidecek diyenlerin oranı yüzde 71’e çıkmışken, görülmesi gerek: çöküşün devreye soktuğu asıl “bölünme” ve “beka” sorunu gelir bölüşümündeki vahim, sürdürülemez tablodur.

Şurası çok net: Her çöküş, entelektüel ve ahlâki bozukluğu da beraberinde getirir.

Çöküş hayatı kendine dönüştürürken, topyekûn özellikler kazanıyor.

Cesare Pavese’nin, “Nasıl bir çöküş içindeyiz!” vurgusunu çağrıştıran güzergâhta İbn-i Haldun’un, “Çöküş dönemindeki devletin nüfusu çok, salgınları ve kıtlıkları sık olur”; Albert Pike’ın, “Düşüncesizlik, adaletsizlik, ölçüsüzlük, zenginlikte lüks, zorlukta ümitsizlik ve kargaşa, ulusların çöküş ve harap olma sebepleridir”; Joseph Murphy’nin, “Korku hâlinde kalırsanız hem durağanlık yaşarsınız hem de zihinsel ve fiziksel bir çöküş hâline girersiniz,” tespitlerini doğruluyor.

Ve en önemlisi de “Çöküş bir yandan da çıkış demekti,” diye hatırlatıyor Matt Haig…

* * * * *

Verili durum “çöküş”ün tüm özelliklerini bağrında taşıyor; ‘Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’ (BETAM) Direktörü Prof. Dr. Seyfettin Gürsel, “Gelinen nokta ortada, Türkiye’nin ekonomik göstergeler tablosunda çok sayıda kırmızı ışık yanıyor. Türkiye ekonomisi çıkmaz bir yolda,” derken, haksız mı?

Bu kadar da değil! Bolu İzzet Baysal Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Serap Durusoy, Türkiye’nin dış ticaret açığı, cari açık, enflasyon, yüksek kur, işsizlik ve yoksulluk gibi birçok makroekonomik sorunu bir arada yaşadığına işaret ederek, “Tablo daha da vahim hâl alacak,” saptamasını dillendiriyor.

Kolay mı? Coğrafyamızda kriz halkın çöküşü, bölüşüm kriziyse, yoksullaşmasına ilişkin sürdürülemezliğe mündemiçtir.

‘Ankara Sanayi Odası’ Başkanı Seyit Ardıç’ın, “Yoksullaştıran büyüme” vurgusundaki üzere AKP iktidarı döneminde eğitim, sağlık, istihdam, hatta beslenme gibi temel ihtiyaçlarını bile karşılamayan halk sürekli daha fazla yoksullaşırken belli çevreler haksız olarak elde ettikleri milyarlarla zenginleşti.

Yine ‘Türkiye Ziraatçılar Derneği’ (TZD) Genel Başkanı Hüseyin Demirtaş’ın belirttiği üzere, Türkiye’de 2022’de şekere yüzde 164, una yüzde 129, süte yüzde 127, beyaz peynire yüzde 114, tavuk etine yüzde 101.2, kuru soğana yüzde 314.6, limona yüzde 202.8, domatese yüzde 106.2, kuru fasulyeye yüzde 108.7 zam geldi.

2023’deki hâl ise herkesin malumu! Fiyatlar artık yıllık değil, günlük olarak katlanıyor…

Geliri enflasyon karşısında eriyen yurttaş, nakit olmayınca harcamalarını kredi kartından yapmak zorunda kalıyor. Bankalararası Kart Merkezi (BKM) verilerine göre, Mart 2023’de 416.8 milyar TL ödeme, sayıları 104 milyonu aşan kredi kartından yapıldı.

İnsanlar borçlanarak “yaşar”ken (buna ne kadar yaşamak denirse?!); Türkiye, 38 OECD üyesi ülke arasında enflasyonu en yüksek olan ülke!

Söz konusu hâlde gençlerin yarısı eğitim masraflarını dahi karşılayamıyor.

Yoksul ailelerin üçte biri okul gezisi, yüzde 27’si özel ders gibi masrafları karşılayamıyor. Yoksul çocukların üçte biri tatilde çalışıyor. Çocuklar, aile bireylerinden birinin işsiz kalmasından kaygı duyuyor.

Çocukların yaşamından memnuniyeti 11-14 yaş arasında erkeklerde yüzde 66.3, kızlarda ise yüzde 69.8. Bu oran çocukların yaşların ilerledikçe daha da düşüyor. 15-18 yaş arası erkek çocukların yüzde 54.6’sı, kız çocuklarının da yüzde 60.2’si yaşamlarından memnun değil.

Bunlar işin bir yanıyken; ‘Transparency International/ Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün ‘2022 Yolsuzluk Algı Endeksi’nde 180 ülke arasında 101. sırada yer alan Türkiye, 2013’ten beri 48 basamak geriledi. Yani Türkiye 2020 Endeksi’nde yolsuzluk algısında 40 puanla 180 ülke arasında 86’ncı sırada yer alıyor.

Bir şey daha: 2023 Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu’na göre 2023 bütçesinde tahmin edilen faiz ödemesi 487 milyar 294 milyon 37 bin TL oldu. Buna göre bütçeden her gün 1 milyar 335 milyon 52 bin 156 TL, her saat 55 milyon 627 bin 173 TL faiz ödüyor.

Bu durum sürdürülebilir değildir!

* * * * *

Bertolt Brecht’in, “Karnını doyuranlar açlara seslenip gelecek güzel günlerden bahsediyor,” diye betimlediği tabloda eşitsizlik derinleşerek yaygınlaşırken; gelir dengesizliği de büyüyor. Fakirden zengine sermaye transferi sürüyor. BDDK verilerine göre yerli milyoner sayısı 760 bini aştı. Yani milyoner sayısı katlandı: Hesabında 1 milyon TL ve üstü para bulunan kişi sayısı yüzde 82 arttı!

Sabancı Holding AŞ, 2022’ye ilişkin finansal raporunda, yıllık kârını 2021’e göre 3.5 katın üzerinde artırıp net kârını 43 milyar 828 milyon 379 bin lira olarak açıklarken; TÜİK verilerine göre 2022’de en zenginlerin toplam gelirden aldığı pay 2021’e göre yüzde 1.3 arttı, yüzde 48’e çıktı. En yoksulun payı ise yüzde 6’da kaldı.

Gelir adaletsizliğinde 16 yılın zirvesi gördü. En yoksul yüzde 20 ile en zengin yüzde 20 grupları arasındaki fark 8 katına çıktı.

* * * * *

Evet John Berger’in, “Bu ülkede yoksulluk sorun falan değildir. Hayattır yoksulluk. Zengin olmanın bir yolu varsa yoksul olmanın binlerce yolu vardır”; Thomas More’un, “Yoksulluk ve açlık yürekleri çökertir, vicdanları köreltir, insanları acı çekmeye, köle olarak yaşamaya alıştırır.” “Bütün zenginliğin bir avuç açgözlü insanın elinde bulunduğu ve çoğunluğun sefalet içinde yaşadığı bir toplumda kimse mutlu olamaz.” “Halkın yoksulluğu kralın varlığını korur,” saptamalarını hatırlatan coğrafyamızdaki çöküş ile her beş çocuktan biri yoksulluk içinde büyüyor.

Türk-İş’in ‘Açlık ve Yoksulluk Araştırması’na göre cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin ilan edildiği yıldan beri açlık sınırı yüzde 503.3 yükseldi.

Sembolik olması gereken asgari ücret, genele yayıldı. Cumhurbaşkanlığı raporuna göre, memur maaşı ile asgari ücret arasındaki fark yüzde 113’ten yüzde 39’a geriledi. 2002’de en düşük memur maaşı ile asgari ücret arasındaki oran yüzde 113 iken 2022’de yüzde 39’a geriledi. 10 yılda asgari ücret 30 kat artarken memur maaşı ise 15 kat artabildi.

‘Türkiye Gençlik Araştırması’nın sonuçlarına göre gençlerin yüzde 55’i beslenme giderlerini karşılamakta zorlanıyor.

Türkiye OECD ülkeleri arasında çocuklarda yoksulluğun en yüksek olduğu ikinci ülke. 2019 verilerine göre her 100 çocuktan 22’si yoksulluk içinde büyüyor. Bu ortalama OECD’de ise yüzde 12.4.

‘BM Dünya Gıda Programı’ tarafından hazırlanan ve Haziran 2022’de güncellenen ‘Dünya Yoksulluk Haritası’na göre, Türkiye’de 84.3 milyon nüfusun 14.8 milyonu yeterli gıda tüketemiyor ve her ay on binlerce yurttaş listeye ekleniyor. Çocuklar da erken yaşta bu yoksulluk döngüsüne giriyor. Türkiye’de 5 yaş altı çocukların yüzde 1.7’si akut yetersiz beslenme yaşıyor.

Ailesi tarafından en temel ihtiyaçları dahi karşılanamayan çocuk sayısı 157 bin 248’e yükseldi.

TÜİK verilerine göre, Türkiye’de 6 aylık ve üstü çocukların yüzde 62.4’ü ekmek veya makarnayı her gün tüketirken sadece yüzde 12’si et, tavuk veya balık yiyebiliyor. Uzmanlar “Bu durum derin yoksulluğun göstergesi” dedi.

Ülkemizde çocuk işçi sayısı hızla arttı: TÜİK’e göre sayıları 720 bin. Bunların yüzde 34’ü okulu bıraktı. OECD ülkeleri içinde en yüksek yoksulluk içinde yaşayan çocuk oranı Türkiye’de: Yüzde 22.7.

Çeşitli araştırmalara göre, Türkiye’de 16 milyon insan aç, 50 milyon insan da yoksul.

Bireysel kredi kartı borcundan dolayı yasal takibe intikal etmiş kişi sayısı 2022’nin Ocak-Kasım döneminde yıllık yüzde 136.8 arttı. Takipteki kişi sayısı kasım itibarıyla 3 milyon 931 bin oldu.

Sosyal medyada böbrek satıyorlar; organları satmak için ilan verenler artık sosyal medyada gruplar oluşturdu. Kan gruplarını paylaşan yurttaşlar böbrek ya da karaciğerini maddi güçlük nedeniyle satmak zorunda kaldığını söyledi.

Emeğin hâline gelince; emeğin milli gelirden aldığı pay AKP döneminde yüzde 26.5 ile tarihinin en düşük seviyesinde: Emekçiyi yoksullaştırdılar. Yani dört yıl içinde ücretlilerin milli gelirden aldığı pay yüzde 34’ten yüzde 26’ya düşmüş durumda.

* * * * *

Genç işsizliğin yüzde 17.8, geniş tanımlı işsizliğin yüzde 20.8 düzeyinde olduğu coğrafyamızda 8.5 milyon kişinin işsizken; Türkiye İstatistik Kurumu 2023’ün ilk çeyreğini kapsayan işgücü raporunda iş bulma ümidi olmayanların sayısı 1 milyon 711 bin kişi olarak hesaplandı.

Bu sayı erkeklerde 817 bin, kadınlarda 894 bin kişi. Ne eğitimde ne istihdamda olan genç sayısı da 2 milyon 657 kişiye ulaştı.

* * * * *

Buraya kadar değindiklerimiz kapsamında, gelecek(sizlik)ini satmak anlamını taşıyan borç(lanma) ile yaşamını sürdürenler bir bataklık içinde debelenmektedir!

Evet, hiper-enflasyon nedeniyle geçinemeyen yurttaşın tek dayanağı kredi kartları oldu. Geçim sıkıntısı çeken yurttaşlar, çareyi kredi kartında arıyor; kartla yapılan gıda harcamaları 2023’de bir önceki  yıla göre yüzde 136 arttı.

BDDK verilerine göre yaklaşık 1 ayda bireysel kredi kartı borçları yüzde 7.37, tüketici kredileri ise yüzde 3.32 arttı.

Krizin en önemli göstergelerinden biri yurttaşların borçlanması, bir yılda zirve yaptı: Ekonomik zorluklarla birlikte hızla artan icra dosyası sayısı, 10 Ocak itibarıyla 23 milyon 204 bini aştı. Adalet Bakanlığı verilerine göre, mevcut icra dosyalarına 2022’de 658 bin 294 yeni dosya daha eklendi.

‘Türkiye Bankalar Birliği’ (TBB) Risk Merkezi’nin yayımladığı “Aylık Bülten, Ocak 2023” raporuna göre, bireysel kart borçlusu bir ayda 498 bin kişi artışla 34 milyonu aştı. Ayrıca 2022’de kredi kartı borçları 2021’e göre yüzde 100 artarak 429 milyar TL’ye çıktı. 775 bin kişi ise bankaların takibine düştü.

‘Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın ‘Türkiye Ekonomisinde Haftalık Gelişmeler ve Genel Görünüm Raporu’nda, yurttaşın kredilerle yaşamını sürdürmeye çalıştığı açıkça görülüyor. Rapordaki bankacılık sektörü tüketici kredileri ve kredi kartlarının gelişimi tablosuna göre, tüketici kredilerinde, toplam bakiye 12 Mayıs itibarıyla 1 trilyon 353.3 milyar liraya ulaşmış durumda. Yıllık değişim oranı yüzde 60. 13 Mayıs 2022’de tüketici kredilerinde toplam bakiye 845.9 milyar TL’ydi. Bireysel kredi kartlarında 13 Mayıs 2022’de 247.5 milyar TL olan toplam bakiye 2023 Mayıs’ı itibarıyla 670 milyar liraya ulaştı. Yıllık değişim yüzde 170.7.

TBB Risk Merkezi’nin Mart 2023 sonu itibarıyla yayımladığı verilere göre Ocak-Mart 2023 döneminde bireysel kredi borcunu ödememiş (takipte olan) kişi sayısı 211 bin 871, bireysel kredi kartı borcunu ödememiş kişi sayısı da 193 bin 147 kişi oldu. Bireysel kredi veya kredi kartı borcunu ödeyemeyen kişi sayısı ise 332 bin 384 kişi.

Önceki yıllar dikkate alındığında ve varlık yönetim şirketlerinin takibine devredilenler de dâhil olmak üzere bu tür borçlarını ödememişlerden borcu devam edenlerin sayısı ise 3 milyon 859 bin 767 kişiye çıktı.

Prof. Dr. Şenol Babuşçu’nun, “Batık krediler 500 milyarı bulacak,” vurgusuyla uyardığı tabloda icra dosyası sayısı, 23 milyon 204 bini geçti. Adalet Bakanlığı verilerine göre, mevcut icra dosyalarına 2022’de 658 bin 294 yeni dosya daha eklendi.

Ve bir şey daha: İktidar, 243 milyar TL ile devraldığı borcu 7.8 trilyon TL’ye çıkardı.

AKP 2002’de iktidara geldiğinde Türkiye’nin dış borçları 131.9 milyar dolar, kişi başına dış borç ise 2 bin 25 dolardı. 2022 sonu itibarıyla dış borçlar 459 milyar dolara, kişi başına borç ise 5 bin 382 dolara çıktı.

Merkez Bankası’nın 2017’de 0.6 milyar dolar olan dış borcu 2023’ün ikinci çeyreğinde 46.3 milyar dolara çıktı. Bu da demek oluyor ki, Merkez Bankası’nın dış borcu son 6 yılda 77 kat arttı.

Bir kere daha tekrarlayalım: Bu hâl de sürdürülebilir değildir!

* * * * *

Ve israf talanı!

Mesela coğrafyamızda milyonlarca haneyi yoksulluğa mahkûm ederken iktidar, “İtibardan tasarruf olmaz” anlayışını sürdürdü. 2022 rekor temsil ve tanıtma harcaması ile sonlandı. Harcamalar 2022’de 2021’e oranla yüzde 106 arttı!

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ailesinin koruma ordusu için yeni bir harcama rekoru kırılarak bir yılda 526 milyon TL harcandı. Bu harcama uyuşturucuyla mücadele için kurulan Narkotik’in harcamalarının yaklaşık üç katı!

Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile kurulan ve geniş yetkilerle donatılan İletişim Başkanlığı’nın 2019’da 344 milyon 531 milyon TL olan toplam bütçesinin 2023 itibarıyla - yüzde 373’lük artış- 1.6 milyar TL’ye fırladı!

2022’deki bütçe uygulama sonuçlarına göre Diyanet’in başlangıç ödeneği 16.1 milyar liraydı. Ancak ödenek tutarı yıl içinde yapılan eklemelerle 23.3 milyar liraya çıktı!

Ayrıca bol keseden verilen yıllık yolcu garantilerinde batak büyüyorken; 1.3 milyon yolcu garantisi verilen Zafer Havalimanı’nı kasım sonu itibarıyla yalnızca 54 bin 766 kişi kullandı. 11 aylık yolcu sayısının yıllık garantiyi karşılama oranı ise yüzde 4’te kaldı.

İktidarın yaptığı köprülerin kamuyu 4.9 milyar dolar zarara uğrattığı açıklandı. 4.9 milyar dolarlık zararla Yavuz Sultan Selim Köprüsü ve Avrasya Tüneli yeniden yapılırdı.

Bir de araştırmacı yazar İzzet Akyol tarafından Demokratik Gelişim Enstitüsü için hazırlanan raporda, Türkiye’nin Kürt sorununda güvenlikçi politikaları tercih etmesi nedeniyle son 40 yılda 3 trilyon 630 milyar dolar kaybettiği hesaplandı!

* * * * *

“Çöküş” konusunda diyeceklerimizi Vilfredo Pareto’nun, “Korkaklık nasıl da despotizmi ve rüşvetçiliği, tamamen katılaşmış benlikleri içine gömdü! Hiçbir zaman dünyanın ahlâk seviyesi bu kadar dibe vurmamıştı,” tespitinden hareketle toparlarsak; “çöküş”ün coğrafyamızdaki kapitalist despotizmle ilgili olduğunu belirtmek gerek.

“Kitleleri ayartma, şaşırtma ve ikna yoluyla kendi iktidarını sürdürüyor.” Bunları yapabilmek için de bütün “Yeni Despotların” ortak olduğu önkoşullar yaratılıyor: -Hukuk iktidara bağımlı kılınıyor; -Medyanın özerkliği ortadan kaldırılıyor; -İfade özgürlüğü engelleniyor; -Alternatif bilgiye ulaşma zorlaştırılıyor; -Eğitim kontrol altına alınıyor.

Bütün bunlar yapılınca, özgür toplumun akış yolları iktidarın kontrolü altına alınınca, işte o zaman; “Yapılan seçimler iktidarın kabul edilmesi yönünde sonlanıyor”ken; bunun da sınırlarına ulaşılmış görünüyor Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu’nun “Böyle sürerse Türkiye ikiye ayrılacak,” ifadesindeki üzere…

Çöküşün temeli ekonomik kaosken; sadece bu saptama yeterli değil. Çünkü Karl Marx’ın, ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde ve diğer yapıtlarında sıklıkla değindiği gibi insanlar yaşamları sürecinde kendi özgür istençleri ve istençdışı maddi üretim ilişkileri içendedir. Ve de insanların varlıklarını belirleyen bilinçleri değil, aksine gelişmelerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır.

Karl Marx da Friedrich Engels de bundan daha çoğunu hiçbir zaman ileri sürmezlerken; “Herhangi bir kimse ekonomik etken biricik belirleyicidir dedirtmek üzere bu önermenin anlamını zorlarsa, onu, boş, soyut, anlamsız bir söz hâline getirmiş olur,” derler.

O hâlde tekrarlayalım: Çöküşte ekonomik altyapı temeldir, ancak biricik değildir. Onu etkileyen, karşılıklı değiştirip, dönüştüren üstyapı öğeleri ile ezilenlerin örgütlülüğü ve bilinç düzeyleri “es” geçilmemelidir.

Bir başka deyişle, çöküşü aşmak, ancak alternatif devrimci bir sınıf iradesiyle mümkün olacaktır; ve gericilik dalgasının püskürtülmesi hayata müdahale eden ve işçi sınıfı ile emekçilerle sahici bağ kuran toplumsal mücadelenin örülmesiyle olanaklıdır…

“Burjuva toplumu bir ikilemle karşı karşıyadır Ya sosyalizme yönelme ya da barbarlığa yönelme...” “Eski dünya tümüyle yıkılmayı ve yeni bir dünya tümüyle kurulmayı bekliyor”ken; çöküşün devreye soktuğu lümpenleşme yanında devletin illegal yanının öne çıkarak, toplum paramiliterleştiği güzergâh süreç olarak faşizmin şaha kalktığı bir momenttir.

Sınıfsal antagonizmanın tarafı olarak bu gidişatın karşısına çıkmadan (sürece taraf olan müzakerecilikten söz etmiyorum asla!), yoksulların öfkesini örgütlemeden karşı devrimci kuşatmayı yaramayız!

Bu noktada Karl Marx’ın, “Mevcuttaki mülkiyet ilişkilerini ortadan kaldırmak, esasen işçi sınıfının çıkarına olan bir pratiktir. Ayrıca mülkiyet ilişkilerini ortadan kaldırmak için gerekli araca bir tek işçi sınıfı sahiptir”; Louis Althusser’in, “Yeniden-üretiminin bakış açısı içine yerleşmek, son kertede, sınıf mücadelelerinin bakış açısına yerleşmek demektir”; Alain Badiou’nun, “Bir devrim, Marx’ın politik hakikât tasarımına göre, toplumun gizli yasalarının -sınıf mücadelesi, çelişkiler, ekonomik güç- doğrulayıcı ifşasıdır. Devrim aynı zamanda bütün bu yasaların yok edici çiğnenmesidir”; V. İ. Lenin’in, “Devrim için atılan her muzaffer adım, yüz binlerce, milyonlarca insanı ölümden, sefalet ve açtıktan kurtaracaktır,” vurguları eşliğinde şunları asla unutmamak elzemdir:

“Fikirler hiç bir zaman dünyanın eski durumunun ötesine götüremezler, onlar hiç bir zaman eski durum fikirlerinin ötesine götürmekten başka bir şey yapamazlar. Genel olarak, söylemek gerekirse, fikirler hiç bir şeyi iyi bir sonuca vardıramazlar. Fikirleri iyi bir sonuca vardırmak için, pratik bir gücü kullanan insanlar gerekir.”

“Komünistlerin işi, dünyanın ne kadar ‘karmaşıklaştığı’ üzerine ileri geri konuşmak değil, görünürdeki olgu zenginliğinin ardındaki basit ilişkileri gözler önüne sermektir.”

O hâlde Antonio Gramsci’nin, “Kayıtsızlık tarihin ölü ağırlığıdır.” “Kendinizi eğitin çünkü aklınıza ihtiyacımız olacak. Harekete geçin çünkü coşkunuza ihtiyacımız olacak. Örgütlenin çünkü tüm gücünüze ihtiyacımız olacak”;  Otto Vargas’ın, “Bir kez komünist oldunuz mu sonsuza kadar öylesiniz demek değildir ve hiçbir geçmiş liyakat bir aksamayı veya mevcut dalgınlığı ortadan kaldırmaz; çünkü bir komünist olma mücadelesi ölene kadar vermemiz gereken sürekli bir mücadeledir,” saptamalarını mücadelenin sancağına dönüştürmek “olmazsa olmaz”dır.  “İşte bizim sloganımız! Ezilen cinse özgürlük ve eşitlik! İşçilere ve emekçi köylülere özgürlük ve eşitlik! Ezenlere, kapitalistlere ve vurguncu kulaklara karşı mücadele! Budur bizim savaş sloganımız. Budur bizim proleter gerçeğimiz. Herkes için özgürlük ve eşitlik hakkındaki ballandırılmış, ikiyüzlü ve görkemli deyimleriyle sermaye dünyasının yüzüne çarptığımız gerçeğimiz.”

“İyi de bu bir yıkıma yol açabilir” mi?!

Yanıt Buenaventura Durruti’de:

“İspanya’da, Amerika’da ve her yerde, sarayları ve şehirleri yaratan bizleriz, biz işçiler onların ellerindekini almak için başkalarını da inşa edebiliriz ve daha iyilerini. Biz yıkımlardan hiç mi hiç korkmuyoruz. Dünya bizlere kalacak; bunda en ufak şüpheye yer yok. Burjuvazi tarih sahnesinden ayrılmadan önce kendi dünyasını yıkabilir. Biz yeni bir dünyayı burada, kalbimizde taşıyoruz. Bu dünya şu an büyüyor”!

Ya da Mao Zedong’da:

“Devrim bir ayaklanmadır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet hareketidir. Devrim, ziyafet vermeye, yazı yazmaya, resim yapmaya ya da nakış işlemeye benzemez. Devrim, o kadar zarif o kadar rahat ve nazik, o kadar ılımlı, müşfik, kibar ölçülü ve alicenap olamaz”!

Özetin özeti: Çöküş devasa bir altüst oluş ihtimalini devreye sokarken yanıtlanması gereken soru(n): “Hazır mıyız”dır!

Evet büyük bir altüst oluş yaklaşıyor. Bu da değişim için gerekli ön koşulların çoktan var olduğu anlamına gelir. Söz konusu çöküşün ezilenler için bir imkâna dönüştürülüp, dönüştürülemeyeceği bütünüyle ezilenlerin cesaretlerine, örgütlü kararlılıklarına bağlıdır.

Bu tabloda V. İ. Lenin’in, “Hiçbir şeyin yaşanmadığı on yıllar ve on yılların yaşandığı haftalar vardır” ya da Karl Marx’ın, “Tarihte öyle anlar vardır ki, kitlelerin o andaki mücadelesi, umutsuz bir dava uğruna da olsa, o kitlelerin gelecekteki eğitimi ve bir dahaki mücadele deneyimleri için gereklidir,” uyarıları eşliğinde “Reformcu sosyalizm ölüyor ve Fransız sosyalisti Paul Golay’ın deyimiyle yeni doğan sosyalizm ‘devrimci, uzlaşmaz ve isyancı olacaktır’…” gerçeğine uygun düşünüp, davranmak gerekiyor!