CHP Haftalık değerlendirme raporu

Cumhuriyet halk partisi Genel Koordinatör ve Genel Başkan Baş danışmanı PM üyesi Erdoğan Toprak imzalı ‘Haftalık Değerlendirme Raporu’nu yayımladı. CHP’nin 14 madde de sunduğu raporunda; İç politika, Dış politika ve ekonomiye ağırlık verildi.

CHP’nin 24 Mart 2020 tarihli ‘Haftalık Değerlendirme Raporu’nun tamamı şöyle

  1. 15 Mart’tan bu yana İdlib’de yeni devriye yapılamıyor veya çok kısa kesiliyor!
  2. M4 bölgesinde iki cihatçı terör örgütü öne çıkıyor; HTŞ ve Hurras el Din!
  3. Esad karşıtı silahlı muhalif gruplarla, radikal-cihatçı muhalif gruplar arasındaki çatışmalar alevlenebilir!
  4. Küresel salgın, küresel dönüşüm ve değişimleri hızlandırıyor!
  5. Çin’in tüm dünyaya destek vermeye başlaması “küresel siyasi ve ekonomik değişim sürecinin” ilk belirtisidir.
  6. TÜRKİYE - AB arasındaki müzakerelerden sonuç alınması bu dönemde mümkün görünmüyor!
  7. Türkiye’den gönderilip ara bölgede beklemekte olan göçmenlerin durumu belirsizliğini koruyor!
  8. Sağlık altyapısı tahrip olan Suriye’de, Koronavirüs salgınına karşı yeterli önlem alınamıyor!
  9. İktidarın Koronavirüs önlem paketi, toplumun geniş kesimlerinin sıkıntı ve beklentilerine çözüm üretmekten çok uzaktır!
  10. En çok ihtiyaç duyulan dönemde ülke kaynaklarının yetersizliği açığa çıktı!
  11. Ekonomiye nefes aldırmaya yönelik MB’nin önlemleri de çözüm odaklı görünmüyor!
  12. Merkez Bankası politika faizinde indirime gitti ve faizleri yüzde 9,75’e düşürdü!
  13. Türkiye’nin küresel piyasalardaki ülke kredi risk primi 600’e yaklaştı!
  14. Yabancı çıkışları hızlanırken, hisse senetleri ve DİBS’leri kimler satın alıyor?

 

  1. İdlib’de 15 Mart’tan bu yana yeni devriyenin yapılamaması veya çok kısa kesilmesi, M4 güzergâhı boyunca “ kontrolündeki yerleşimlerin varlığı” ve “olası saldırılardan” kaynaklanmaktadır!

Suriye Ordusu’nun Rusya desteğiyle İdlib’e yönelik operasyonlarına karşı Bahar Kalkanı Harekâtı’nı başlatarak, bölgeye askeri yığınak yapan Türkiye, 5 Mart Moskova Mutabakatı ile gelinen yeni aşamada İdlib’de cihatçı terör örgütleriyle mücadele ve bu örgütleri bölgeden tasfiye sorumluluğunu üstlendi.    Ancak iktidarın sürekli şekilde “rejim güçleri” olarak nitelendirdiği Suriye Ordusu ile mücadeleyi ön planda tutması, uluslararası kamuoyunda cihatçı örgütlerin hamiliğinin üstlenildiği algısını yaratmıştır. İktidarın Şubat sonuna kadar Suriye Ordusu’nun kontrolüne geçen bölgelerin terk edilmesi yönündeki açıklamalarına karşılık, Moskova Mutabakatı ile tüm birliklerin bulundukları yerde kalmalarının kabulü Suriye Ordusu’nun da mevcut konumunu muhafaza etmesine onay verildiğini göstermekteydi. Mutabakat çerçevesinde M4 karayolunun güvenli şekilde ulaşıma açılması, kuzey ve güneyde 6’şar kilometre genişliğinde güvenlik koridoru oluşturulması, Rus ve Türk silahlı kuvvetlerinin de 15 Mart’tan itibaren yol boyunca ortak devriye faaliyetini üstlenmeleri kararlaştırılmıştı.

15 Mart’ta gerçekleştirilen ilk ortak devriyeden sonra yapılan açıklamalarda cihatçı grupların tutumları gündeme getirilerek devriye turunun kısa sürede sonlandırıldığı kaydedildi. Milli Savunma Bakanlığı açıklamasında; “İdlib´de icra edilen 1´inci Türkiye- Rusya birleşik kara devriyesi, provokasyonları ve bölgedeki sivil halkın zarar görmesini önlemek amacıyla, Türk ve Rus Müşterek Koordinasyon Merkezleri arasındaki koordine sonucunda gerekli tedbirler alınarak icra edilmiştir.” denilirken, Rusya’dan farklı bir açıklama geldi. Rusya Savunma Bakanlığı; “Teröristler provokasyonlarını uygulamak için sivilleri kalkan olarak kullanıyorlardı. Bu nedenle devriye turu, belirlenen güzergâhtan daha kısa tutularak erken sonlandırıldı” ifadelerini kullandı. 

Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın bölgedeki cihatçı örgütlerin tasfiyesi ve silahsızlandırılması konusunda gerek Soçi Mutabakatı gerekse Moskova Mutabakatı çerçevesinde Türkiye’den taahhütlerini yerine getirmesinin beklendiğini duyurması, “örtülü bir mesaj” olarak görülmelidir!

  1. 19 Mart’ta İdlib’de M4 Karayolu Bölgesi’nde gerçekleşen saldırıda iki askerimizin cihatçı radikal gruplar tarafından şehit edildiği açıklandı. M4 bölgesinde iki cihatçı terör örgütü öne çıkıyor; HTŞ ve Hurras el Din!

Heyet Tahrir Şam (HTŞ) Moskova Mutabakatı’nı tanımadığını ateşkese uymayacağını ilan etmişti. İrili ufaklı diğer örgütler de aynı tutumu benimsedi. Rusya, İran, Suriye “terör örgütleriyle ateşkesin söz konusu olmayacağını, mücadelenin süreceğini” dile getirmişlerdi. 

İktidar ise ateşkesi Suriye Ordusu’nun cihatçılara yönelik operasyonlarının durması olarak kabul ediyor. Cumhurbaşkanı rejim güçlerinin ateşkesi bozması halinde “misliyle karşılık verileceğini” açıklamıştı. 

19 Mart’ta iki askerimizin şehit edilmesi ardından iktidardan ve iktidar sözcülerinden açıklama gelmemesi, Şam yönetimine yönelik itham ya da suçlamada bulunulmaması dikkat çekicidir! 

Gelinen aşamada en başta Soçi Mutabakatı’nda da Türkiye’nin taahhüt ettiği gibi asıl sorunun cihatçıların tasfiye edilmesi olduğu açık şekilde ortaya çıktı. MSB’nin açıklamasında radikal saldırganların kimler olduğu belirtilmiyor ama o bölgede HTŞ ve Hurras el Din terör örgütü öne çıkıyor. 

Hurras el Din ise El Nusra HTŞ’ye dönüştükten sonra HTŞ’den kopan ve hâlâ El Kaide’ye ve lideri Eyman Zevahiri’ye bağlı olduğunu ilan eden silahlı-radikal cihatçı grup. O nedenle MSB adını zikretmese de saldırının eş zamanlı olarak hem Suriye hem de TSK ile çatışmayı göze almak istemeyeceği belirtilen HTŞ değil Hurras el Din tarafından gerçekleştirildiği dile getiriliyor. Bunun yanı sıra son dönemde lider kadroları ABD tarafından büyük ölçüde ortadan kaldırılan IŞİD’in de İdlib’e toplandığını ve halen burada faaliyetini sürdürdüğünü anımsadığımızda bir başka ihtimal saldırının IŞİD tarafından yapılmış olmasıdır. MSB açıklamasında, saldırıya misliyle karşılık verildiğinin ifade edilmesi de İdlib’de yaklaşık üç yıldan bu yana sorumluluk üstlenen ve cihatçıları tasfiye taahhüdünde bulunmasına karşılık, bu yönde bir girişimi olmadığı için Rusya tarafından eleştirilen Türkiye’nin, ilk kez bir cihatçı radikal grupla çatışmak mecburiyetinde kaldığını gösteriyor!

Daha önceki değerlendirmelerimde Moskova Mutabakatı sonrasında M4 karayolunun güneyinde ve doğusundaki en az 7-8 TSK gözlem noktasının radikallerin ve Suriye ordusunun kontrolündeki bölgelerde kaldığını ve ciddi risk altında olduklarını, süratle taşınması gerektiğini vurgulamıştım. Ancak Cumhurbaşkanı ve iktidar sözcüleri TSK gözlem noktalarının aynen muhafaza edileceğini, yerlerinin değiştirilmesinin söz konusu olmadığını açıkladılar. 

Şimdi bölgedeki bazı cihatçı örgütlerin doğrudan TSK’yı hedef almaya yöneldikleri son saldırıyla ve şehitlerimizle belirginleşmeye başlıyor. Bu saldırıların önümüzdeki günlerde daha da artacağını ve TSK’nın karşılık vermesiyle de çatışmaların şiddetlenebileceğini öngörmekteyim!  

  1. İktidarın “ılımlı İslamcı” ya da “Ilımlı muhalif” diye nitelendirerek desteklediği Esad karşıtı silahlı muhalif gruplarla, radikal-cihatçı muhalif gruplar arasındaki çatışmalar alevlenebilir!

Böyle bir tabloda TSK, bölgede Rusya ve İran destekli Suriye Ordusu yanında, şimdiki süreçte İdlib’te bugüne kadar karşı karşıya gelmekten geri durduğu, çatışmaya girmediği radikal cihatçı silahlı gruplarla da çatışma noktasına gelmiş halde. HTŞ ve Hurras el Din bu gruplar içinde en büyük ikisi. HTŞ’nin 70 bin dolayında silahlı milisi olduğu kaydediliyor. Eski gücünü yitirmiş olsa da IŞİD’in de yeniden militan toplama sürecine girdiği, Hurras el Din’in silahlı mevcudiyetinin ise 12-15 bin arasında olduğu belirtiliyor. Bunların dışında sahada irili ufaklı daha küçük ve çok sayıda cihatçı gruplar yer alıyor. Hepsinin hedefinde “Rusya ve İran ile ortak hareket eden TSK ve Türkiye” var! Sınırlarımızın dibindeki cihatçı terör gerçeğinin artık askerlerimize saldırı boyutuna yöneldiğini göz ardı etmemek durumundayız.

Öte yandan iktidarın ılımlı cihatçı gruplardan devşirme yoluyla oluşturup, eğitip, silahlandırdığı, maaşa bağladığı ÖSO ve yeni adıyla SMO bünyesindeki bazı İslamcı grupların da daha önce gözlendiği gibi saf değiştirmeleri beklenmeli. Radikal cihatçıların TSK’ya yönelik 19 Mart saldırısıyla kendisi gösteren tehlike, M4 üzerinde oluşturulması mutabakata bağlanan güvenlik koridorunun hayata geçirilmesi ve ortak devriyeler sürecinde daha da büyüyebilir!

  1. Küresel salgına dönüşen Koronavirüs (Covid-19) tehlikesinin bertaraf edilmesi sonrası, dünyada ortaya çıkacak yeni düzen ve ABD-ÇİN dengesinin Çin lehine değişeceğine yönelik öngörüler ağırlık kazanıyor.

Geçtiğimiz yılın Aralık ayında ilk olarak Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan ve Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından küresel salgın (Pandemi) alarmı verilen Koronavirüs (Covid-19) salgınının bertaraf edilmesinden sonra, dünyadaki siyasi ve ekonomik düzen radikal bir değişime uğrayacaktır. Salgının hızla yayılarak özellikle Avrupa’nın merkez konuma gelmesi, hemen tüm ülkelerin sınırlarını kapatıp korumaya alarak, giriş-çıkış ve seyahat yasaklarını devreye sokması, Çin’den başlayarak küresel tedarik zincirinin kopması, havayolu ulaşımının adeta durması küreselleşmenin ekonomik boyutuna ağır hasar verdi. Bunun yanı sıra salgının önlenmesi adına pek çok ülkede ilan edilen sokağa çıkma yasaklarıyla başlayan kısıtlamalar, askerlerin, güvenlik güçlerinin sokağa indirilmesi, iktidarların sürecin aciliyetini gerekçe göstererek parlamentoları devre dışına çıkartan şekilde karar süreçlerine yönelmesi, çoğu ülkede parlamentoların kapanması salgının küresel siyasi demokratik toplumun geri plana itilmesinin yolunu açtı.

Küresel ticaret durma noktasına gelirken,  petrol ve enerji savaşları, merkez Bankalarının devreye girmesiyle küresel finansal savaşların boyutları büyüdü, küresel belirsizlikler iyice arttı. Koronavirüsle mücadele önlemleri çerçevesinde dışarıda ülke sınırları içeride işyerleri hızla kapanmaya başladı. Tüm dünyada milyonlarca yeni işsiz ortaya çıktı. Bu tablo ve alınan önlemler eş zamanlı olarak dış ve iç talebin sert şekilde düşüşüyle, hem küresel hem de ulusal düzeyde ciddi üretim gerilemelerini, hem arz hem de talep tarafında kronikleşmeye doğru giden bir süreci başlattı. Koronavirüs salgını öncesinde 2020’nin küresel ekonomi ve ticaretin daralacağı bir resesyon dönemi olacağı yönünde öngörüler vardı. Virüs salgınıyla birlikte bu resesyon beklentileri daha sert bir şekilde gerçekleşti ve öne çekildi. Pek çok ülkede hükümetler genişlemeci maliye politikalarına yönelerek trilyonlarca dolarlık kurtarma paketleri açıkladılar. AB tarihinde ilk kez üye ülkeler arası sınırları kapattı. Hükümetler önceliği ulusal ekonomilerin ve kendi yurttaşlarının korunmasına vermeye yöneldi. 

Tüm bu gelişmeler; salgının bertaraf edilmesi sonrasında dünyada yeni bir ekonomik ve siyasi düzenin oluşacağı, salgın nedeniyle alınan katı önlemlerin toplumlardan itirazsız kabulünün istenmesi sonrasında baskıcı devlet ve yönetim anlayışının yaygınlaşacak zemin bulduğu bir döneme girileceği öngörülüyor. Küreselleşmenin kurgulayıcısı ve yaygınlaştırıcısı olan ABD, AB gibi aktörlerin yerini artık Çin’in alacağı yorumları ağırlık kazanıyor. 

Çin’in “sosyalist piyasa ekonomisi” modelinin bir süredir dünyada bir numaralı ekonomi haline gelmesi bekleniyordu. ABD ile ortak denizi Pasifik Okyanusu’ndan Atlantik Okyanusu’na kadar uzanan bölgeyi kapsayan, Afrika ve Orta Asya içlerine kadar yayılan Yeni İpek Yolu projesi ve Tek Yol, Tek Kuşak planı bu yeni dönemin başlangıcı olarak görülüyor.

  1. Çin’in Koronavirüs ile de kısa sürede organize şekilde baş etmesi, ABD ve AB başta olmak üzere tüm dünyaya destek vermeye başlaması yeni sürecin ön adımı olarak değerlendirilmelidir.

Çin, AB’nin liderliğini yaptığı küreselleşmenin 2008 küresel finansal kriziyle aldığı ağır hasardan güçlenerek çıkmış ve hızla yükselişe geçmişti. Şimdi tüm dünyaya hem insanlık hem de Koronavirüs desteği veriyor.

ABD ve Avrupa’ya bedelsiz 1’er milyon maske ve tanı kiti gönderen Çin, İtalya’dan İspanya’ya ve İran’a varana kadar pek çok ülkeye de deneyimli doktor ekipleri göndererek salgınla mücadeleye küresel katkı sağlamaya yöneldi. Pek çok ülkeye kredi ve finansman desteği sağladı. Dünya Sağlık Örgütü de 1,3 milyar nüfuslu Çin’in salgını kısa sürede kontrole alması, deneyimlerini tüm dünyayla paylaşması, ilaç ve aşı geliştirme konusunda hızla mesafe almasından ötürü kutlama mesajı yayınladı. Tüm dünyada Çin’in bu başarısı Tek Adam-Tek Parti yönetim modeli ve dolaylı kumandalı sosyal piyasa ekonomisi modelinin başarısına bağlandığı için de dünyada otoriterlikmilliyetçilik dalgasının yükselişine zemin yaratıyor. ABD ve AB’nin iç pazarı koruma, salgınla mücadele için sınırları kapatıp, içe kapanma sürecine girmelerinin Çin’in bu olguyu lehine çevirmesine olanak sağlıyor. Trump’ın son açıklamalarında Koronavirüs yerine “Çin Virüsü” demesinin ardında Çin’in dünyada elde ettiği sempatiyi dizginlemeye yönelik olduğu söylenebilir.

Çin aynı zamanda bu salgını dünyadaki siyasi dengeleri değiştirmek üzere de kullanmaya başladı. İtalya’ya tıbbi malzeme, doktor, finansal destek sağlarken, Almanya ile ortak ilaç ve aşı geliştirme çalışmalarını da yürütüyor.

İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Amerikan halkına “Açık Mektup” yayınladı. Ruhani mektubunda, ABD yaptırımları ve ambargoların İranlıların kitlesel ölümüne neden olacak zemini hazırladığını dile getirdi! 

İranlıların yaşamını kurtaracak çalışmalara harcanacak milyarlarca dolarlık gelirden ülke olarak yoksun bırakıldıklarını, Amerikalılardan hükümetlerine ambargoyu kaldırması için baskı yapmalarını isteyen Ruhani, aksi halde gelecekte tarihin salgında ölen İranlıların yaşamından Amerikalıların insani duyarsızlığının sorumlu olduğunu yazacağını söyledi.

Çin, yine salgının en ağır kayıplara yol açtığı İran’a destek sağlarken, ABD’yi İran’a uyguladığı ambargoyu kaldırmaya, ABD yaptırımlarının İran’da salgını derinleştirdiği, insani krizi büyüttüğü, insan yaşamını hiçe saydığını dile getirerek uluslararası kamuoyunda ABD’yi köşeye sıkıştırıyor!

  1. AB’nin dünya ülkelerine sınırlarını 30 gün süreyle kapatma ve sınırlarını koruma kararı alması, 26 Mart’a kadar TÜRKİYE - AB arasındaki müzakerelerden sonuç alınmasını erteledi!

Avrupa Birliği (AB) liderleri, geçtiğimiz hafta 17 Mart’ta yaptıkları toplantıda üçüncü ülke vatandaşlarının AB üyesi ülkelere ve Schengen bölgesi ülkelerine yapacakları seyahatlere 30 günlük geçici kısıtlama getiren düzenlemeyi onayladı. Liderler zirvesinden çıkan bu düzenlemeyle birlikte AB sınırları 17 Nisan’a kadar dünyaya kapatıldı ve sınırların korunması kararı alındı. Liderlerin Covid-19'un tedavisine ilişkin bilimsel araştırmaları destekleme kararı aldıkları hızla aşı geliştirilmesi için AB bütçesi ve fonlarından her türlü katkının verileceği kaydedildi. AB Konseyi Başkanı Charles Michel, AB ve üye ülkelerin mevcut krizi aşmak için “ne gerekiyorsa yapacağını” belirterek,  bu hafta 26-27 Mart’ta Brüksel'de yapılması planlanan AB Liderler Zirvesi'nin telekonferans yöntemiyle yapılacağını ifade etti. AB üyelerinin iç sınır blokajları nedeniyle üye ülkeler arası sınırlarda büyük yığılmalar ve yoğun trafik yaşandığı, mal transferlerinin sıkıntılı bir hale geldiği belirtiliyor. 

AB sınırlarının dünyaya ve üye olmayan ülkelere 30 gün kapatılması, bu yasağa Schengen Bölgesi ülkelerinin de ilave edilmesi Türkiye-AB ilişkilerine yönelik 9 Mart Brüksel Toplantısı’nda alınan müzakerelerin devamı kararının da ertelenmesi anlamına geliyor. Brüksel’deki toplantıda süresi bu ay dolacak olan Mülteci ve Geri Kabul Anlaşması’nın güncellenerek yenilenmesi, anlaşma kapsamında Türkiye’ye sağlanacak finansal desteğin yeniden belirlenmesi, Vize Serbestisi ve Gümrük Birliği Anlaşması (GBA) revizyonlarının yeniden başlaması gibi konu başlıklarında ikili görüşmelere devam edilmesi ve 26 Mart’taki AB Liderler Zirvesi’ne gelişmelerin sunulması kararlaştırılmıştı.

Ancak şimdi Liderler Zirvesi’nin olmayacağı, telekonferansla yapılacağı açıklandı. Bunun öncesinde geçen hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Almanya  Başbakanı Merkel ve İngiltere Başbakanı Johnson arasında dörtlü telekonferans görüşmesi yapılmıştı. Burada da konunun ağırlıkla Koronavirüsle mücadele ve İdlib sorunu olduğu açıklandı.

26 Mart’taki AB Liderler Zirvesi’nden Türkiye’nin beklentilerini karşılayacak sonuçlar ve kararların çıkması ihtimali nispeten zayıf görünüyor. Özellikle kapıların kapatılması nedeniyle mülteci konusunun en az bir ay geri plana çekilmesi söz konusu olacaktır!

  1. AB’nin sınırları kapatması, iktidarın da salgın nedeniyle Yunanistan ve Bulgaristan’a giriş-çıkış kapılarını kapatma kararı, Türkiye’den gönderilip ara bölgede beklemekte olan göçmenlerin durumunu belirsiz hale getirdi!

İçişleri Bakanlığı ve Edirne Valiliği, sınırların kapatılması kararı öncesinde Türkiye’den çıkış yapan göçmen-mülteci sayısının 142 bin düzeyinde olduğunu açıkladı. Yani Türkiye’den çıkış yapan ancak Yunanistan ve Bulgaristan’a da kabul edilmeyen bu kişiler ara bölgede, Meriç nehri boyunca yayılmış durumda mı yoksa bunların büyük bölümü Türkiye’ye dönüş mü(!) yaptı bilinmiyor!   İçişleri Bakanlığı daha önce çıkış yapanların kesinlikle geri gelmelerine izin verilmeyeceğini açıklamıştı.   BM, sınırdaki ara bölgede bekleyen göçmenlerin tahmini 5 bin-12 bin arasında olduğunu söylüyor. 

Yunanistan kesinlikle almayı kabul etmediğine göre, Türkiye’den çıkış yapanların büyük bölümünün uzun bekleyişten sonra Yunanistan’a geçiş umudunu yitirip Türkiye’ye geri döndüklerini öngörmek yanlış olmaz. Aksi halde her iki tarafın sınır kapılarının kapatılmasıyla bu binlerce kişinin akıbetinin belirsizliği insani bir drama dönüşebilir.

İçişleri Bakanlığı ve iktidar sözcülerinin bu konuda şeffaf biçimde kamuoyunu bilgilendirmeleri gerekir. Göçmenleri Yunanistan-Bulgaristan sınırına yığma siyaseti, AB üzerinde siyasi ve ekonomik bir sonuç yaratmadığı gibi Koronavirüs salgınıyla birlikte de fiili durumdan ötürü tümüyle sonuçsuz ve başarısız hale geldi!

  1. Sağlık altyapısı tahrip olan Suriye’de, Koronavirüs salgınına karşı yeterli önlem alınamıyor. Ülkemiz, Suriye üzerinden gelebilecek kontrolsüz bir salgın dalgasıyla karşı karşıya bırakabilir!

Şu ana kadar Avrupa ülkeleri, ABD ve Suudi Arabistan’dan Umreden dönenlerden kaynaklı koronavirüs vakalarıyla artan şekilde tehdide maruz kalan Türkiye, Suriye’de baş göstermeye başlayan salgın tehdidiyle birlikte çok ciddi bir risk ile karşı karşıya. İdlib’den sınırlarımıza yığılan yüz binlerce göçmenin yaşadığı her türlü insani ve sıhhi altyapıdan yoksun çadırlar, konteynerler yanında, bu ülkede yürütülen çeşitli operasyonlar sonrası farklı bölgelerde bulunan askeri birliklerimiz de risk altında! İç savaş nedeniyle başta sağlık sistemi olmak üzere sağlıklı içme suyu, enerji, iletişim vb. altyapısı büyük ölçüde tahrip olan Suriye’de muhtemel bir salgının çok kısa sürede olağanüstü boyutlara ulaşması, salgın nedeniyle ülkemizin yeni bir göç dalgasına maruz kalması ihtimali göz ardı edilemez! Suriye’de henüz tam olarak sağlanamayan asayiş ve güvenlik, bazı bölgelerin kontrol dışı olması, cihatçıların kontrolündeki başta İdlib olmak üzere sağlık, ilaç, malzeme konularındaki bilinmezlikler hemen sınırlarımızın dibinde her an patlamaya hazır bir salgın bombası tehdidini akla getirmektedir. Irak ve Lübnan’dan sızan ilk vakalar sonrasında Şam yönetimi, alınan bazı tedbirleri duyurdu. Özellikle İran ve Irak üzerinden Suriye’ye gelenlerin Şam kırsalında kurulan bir karantina merkezinde kontrole alındıkları ancak merkezdeki koşulların çok kötü olduğu belirtiliyor. 

Sosyal medyada bu karantina merkezinde çekilen bazı görüntülerin yer alması üzerine karantina merkezinin kapatıldığı, buradakilerin Şam’daki bir otele yerleştirildikleri bildiriliyor. Suriye yönetiminin aldığı önlemler başkent Şam başta olmak üzere, Halep, Hama, Humus, Lazkiye, Tartus, Dera, Haseke kent merkezi gibi Suriye ordusunun kontrolünde olan bölgelerde uygulanıyor. Şam yönetiminin kontrolü dışındaki bölgelerde ise tam bir karmaşanın ve kaosun, tıbbi yetersizliklerin had safhada olduğu belirtiliyor.

900 kilometreyi aşan Suriye sınırımız boyunca önlemlerin sıkılaştırılması, altyapı hazırlığının yapılması, sınır illerimizin test kiti ve hijyen malzemesi açısından takviye edilmesi, salgınla birlikte gündeme gelmesi olası göç dalgasına karşı “Sahra Hastaneleri” oluşturmaya gidilmesi elzemdir.

  1. İktidarın 18 Mart’ta Koronavirüs salgınının ortaya çıkarttığı ekonomik tahribatın hafifletilmesine yönelik açıkladığı önlem paketi, toplumun geniş kesimlerinin sıkıntı ve beklentilerine çözüm üretmekten çok uzaktır!

Beştepe’deki Cumhurbaşkanlığı Külliyesi yerine 2014’ten bu yana ilk kez Çankaya Köşkü’nde gerçekleştirilen Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığındaki yaklaşık 4,5 saatlik toplantı sonrası açıklanan “Ekonomik İstikrar Kalkanı” paketi, Hükümetin geniş kesimlerin sorunlarına karşı duyarsızlığı ve sorunun ciddiyetini algılayamadığını gösteriyor.

Özellikle faaliyeti durdurulan ve İçişleri Bakanlığı tarafından sayıları 149 bin 382 olarak açıklanan işyerlerinin sahipleri, çalışanları,  ücretten yoksun kalan çalışanların ne yapacağı, işyerinin kira, elektrik, su, doğalgaz, internet, iletişim faturalarının nasıl ödeneceği, bu yüzbinlerce kişinin, aileleriyle birlikte gündelik ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağına dönük bir tespit ya da çözüm yok.

Dışarı çıkmama çağrıları, 65 yaş üstü ve kronik hastalara doğru bir yaklaşımla uygulamaya konulan sokağa çıkma yasakları ile faal işyerlerinde de talep ve müşteri sıfırlanması sonrası lokanta, taksi esnafı, market esnafı ve pek çok kesimin de ciddi ekonomik kayıplara uğraması söz konusu. Hazine ve Maliye Bakanı, bu konularda yöneltilen ve elektrik, doğalgaz vb. faturaların, kiraların ertelenip ertelenmeyeceği ya da bir destek sağlanıp sağlanmayacağı sorularına rahatlıkla “böyle bir şey gündemimizde yok” karşılığını veriyor.

İngiltere’de hükümet faaliyeti durdurulan işyerlerinde çalışanların maaşlarının tavandan ve yüzde 80’inin devlet tarafından karşılanacağını ilan ederken ABD Başkanı Trump tüm bireylere 1.000 dolarlık çek gönderileceğini duyurdu. Ülkemizin koşulları belki (!) böylesi yüksek tutarlı ödemelere olanak vermeyebilir ancak sadece kredi, vergi ödemelerini erteleme üzerine kurgulanan bir önlem paketi sorunlara çözüm olamaz. 

Yaklaşık 150 bin işyerinin sahibi ve en az 2 çalışanı olduğunu varsaydığımızda 500 bin kişi ediyor. Bu kişilerin ailelerini, eş ve çocuklarını hesaba dahil ettiğimizde 1,5-2,5 milyon kişi arasındaki bir kitle, faaliyeti durdurularak günlük yaşamlarını sürdürecek gelirden, harcama kabiliyetinden yoksun bırakıldı!

  1. Tüketilen kamu kaynakları, olağanüstü koşullar için ayrılan ihtiyat akçesinin yasa değiştirilerek har vurup harman savrulması, şimdi en çok ihtiyaç duyulan dönemde ülke kaynaklarının yetersizliğini açığa çıkarttı!

Devletin hiçbir alacağından vazgeçmediği, sadece ertelediği bir önlem paketiyle, bankalara kredi vermeyi kolaylaştırma tavsiyesinde bulunulması, bankalardan dar gelirlilere yönelik “sosyal içerikli kredi paketleri hazırlamalarının” rica edilmesi ve aynı çağrının ertesi gün BDDK tarafından yinelenmesi çözümsüzlüğün ve kaynak olmadığının işareti.

Cumhurbaşkanı tarafından tutarı 100 milyar TL (15,5 milyar dolar)  olarak açıklanan pakette bu tutarda bir kaynak somut olarak görünmüyor. Çalışanlara, işçilere, işsizlere, çiftçiye yönelik hemen hiçbir destek, katkı yok. Yıllardır ısrarcı olduğumuz en düşük emekli aylığının 1.000 TL’ye yükseltilmesine bile “1.000 TL’nin altında maaş alan emekli yok” diye direnen iktidar şimdi en düşük emekli aylığını 1.500 TL’ye yükseltti. Paketin en somut maddesi bu iken, yine bizim ısrarımızla emeklilere verilmeye başlanan bayram ikramiyesinin Nisan ayına çekilerek erkene alınması da emekliye bir lütuf gibi sunuluyor. Aile, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na kayıtlı 2 milyon yoksul aileye Nisan ayında 1.000’er TL dağıtılmak üzere ayrılan 2 milyar TL’lik kaynak da bu çerçevede olumlu bir adım olmakla birlikte çok daha geniş dar gelirli kesimlerin kapsam dışı olması bu açıdan büyük noksanlık!

Ana hatlarıyla İstikrar Kalkanı’nda getirilen önlemlere baktığımızda;  Toplam istihdamın yüzde 57’sine yakınını karşılayan Hizmetler sektöründe (Turizm, Perakende ticaret, lojistik, ulaşım vs) işverenlerin vergi yükümlülükleri, SGK primleri ve kredi borçları erteleniyor.  Kredi Garanti Fonu (KGF) limiti 50 milyar TL’ye yükseltilerek teminat sorunu nedeni ile kredi alamayan firmaların banka kredilerine erişiminin kolaylaştırılması hedefleniyor.  KGF sayesinde bankacılık sistemini aşırı risk almaya zorlamadan, ya da riski kısmen devletin, hazinenin üstlenmesi yoluyla kredi kanallarını açık tutmak ve özellikle küçük ve orta ölçekli işletmeleri desteklemek amaçlanıyor.   Küçük esnafın Halkbank’a olan kredi borçlarının taksitleri 3 ay süreyle “faizsiz” olarak erteleniyor. Turizm sektörüne bu yıl getirilen ve 1 Nisan’da yürürlüğe girecek Konaklama Vergisi Kasım ayına erteleniyor.  İşsizlik Sigortası Fonu’ndan yapılan “Kısa çalışma ödeneği” desteği ile üretime ara vermek zorunda kalan işyerlerinde çalışanlara en az üç ay fondan maaş ödenmesi imkânı getiriliyor.

Ancak bu önlemden kimlerin hangi şartlarda yararlanacağı belirsiz!

CB Erdoğan, sadece bu desteklerden yararlanmanın ön koşulunun çalışanları işten çıkartmamak olduğunu belirterek, işverenlerden işçi çıkartmamalarını istedi. Ancak gerçeklere bakıldığında 1 milyona yaklaşan çalışanın “ücretsiz izne” çıkartıldığı ya da işine son verildiği görülüyor. Turizm sezonunun Mayıs başına ertelenmesiyle sektörde ortaya çıkacak istihdam kaybı sonrası işsiz sayısının bir anda 1-1,5 milyon artması beklenmeli. İşsizlik maaşı alma koşullarının kolaylaştırılması, en az 3 yıl SGK’lı olarak aralıklarla da olsa çalışmış olma ve 600 işgünü prim yatırma koşulunun esnetilmesi beklentisi iktidarın paketinde yer almadı. İnsanların evden çıkmamasının istendiği, bankaların müşterilerine “bankaya gelmeyin” mesajları çektiği, Tapu Kadastro Müdürlüklerinin “daireye gelmeyin, işleminizi e-devletten” bir ortamda, 500 bin liraya kadar olan konutların kredilendirme oranının yüzde 90’a çıkartılmasının anlamı nedir?

Ya da yurt dışı seyahatlerin durdurulduğu, iç hat yolculuklarının dibe vurduğu bir salgın ortamında iç hat uçuşlarında KDV’nin yüzde 1’e düşürülmesinin amacı ne olabilir? Turizm sezonunun Mayıs başına ertelendiği, sınır kapılarının kapatıldığı, turistin gelmediği, tüm otel ve tatil köylerinin bomboş olduğu bir süreçte konaklama vergisinin Kasım’a ertelenmesinin kime ne faydası var?

Ayrıca 100 milyar TL olarak açıklanan paketin finansmanının nasıl sağlanacağına dair de ortada bir model yok. Bir taraftan vergi gelirleri ertelenirken, diğer taraftan hükümet harcamalarının artırılacağının vaat edilmesi borçlanmanın artacağını gösteriyor. Bu da bütçe açığının katlanarak artması, enflasyonun tavana vurması, hazine borçlanma faizlerinin zirveye çıkması anlamına geliyor!

Kredi, kredi borcu ve taksit ertelemeleri, yeni kredi vermekte esneklik yönünde bankalara yapılan çağrılarda uygulama tümüyle bankaların inisiyatifine bırakılmış! (Mali tablolarının çok sağlıklı olmadığı, takipteki batık kredilerin 200 milyar TL’ye yaklaştığı bilinen bankaların bu konuda ne kadar esnek davranacağı malum!) Bankaların böylesi yağmur gibi gelecek yeni kredi taleplerine karşılık vermesi olanaksız!

Kaldı ki tüm kesimlerin beklediği sicil affının da pakette yer almaması, borcunu ödeyemeyenler için siciline sadece “mücbir sebep” notunun düşüleceğinin vaat edilmesi, kara listelerin yine kredi almak isteyenlerin önünde engel olmaya devam edeceğini gösteriyor.

Oysa THY’nin KDV’si düşürüleceğine vatandaşın, elektrik, su, doğalgaz, kira gibi ödemelerine destek verilmeliydi. Evden çıkmaması istenen milyonlarca kişinin gıda, elektrik, su, doğalgaz faturalarının artacağı apaçık ortada iken, “Gidin Bankalardan Kredi Alın” demek çözüm değil.

Özetle iktidar, günü birlik, sanki bir şeyler yapıyormuş görünmek için 21 maddelik istikrar kalkanı diyerek bir paket açıkladı. CB Erdoğan’da paketin hiçbir derde deva olmayacağını bildiği için Kalkan’da yer alan 19 maddeyi okudu, 2 maddeyi okumaya bile gerek görmedi! Bu salgın felaketi atlatıldıktan sonra ortaya çıkacak ağır hasarlı ve kısa vadede toparlanması olanaksız ekonomik tabloya yönelik olarak, yine hiçbir önlem alınmadı!

  1. MB, salgın riskinin piyasalarda yarattığı dalgalanmalara karşı munzam karşılıklar, reeskont kredileri gibi bir dizi önlem aldı. Bu düzenlemelerin de beklenen sonuçları sağlamaktan uzak olduğunu öngörmek yanlış olmaz!

Merkez Bankası (MB) geçtiğimiz hafta olağanüstü toplandı ve faiz indirimi dışında salgın riski ve öncesinden başlayan kötüleşme belirtilerine çözüm olmak üzere ekonomiye nefes aldırmaya dönük bir dizi önlemi de uygulamaya koydu. Ekonominin içinde bulunduğu tablo zaten kötüydü, salgın riskiyle daha da kötüleşti. Alınan bu önlemler sorunların yakıcı etkilerini belki kısa süreli erteleyebilir. Açıklanan her paket aynı zamanda yeni kaynak ihtiyacı anlamına geliyor ve Türkiye’nin kaynakları maalesef iktidar tarafından israf ve öngörüsüz harcamalarla tüketildi! MB toplantısında alınan kararlar; 

 Bankaların Türk Lirası ve döviz likidite yönetiminde esneklik sağlanarak öngörülebilirlik artırılacak.  Reel sektöre kredi akışının kesintisiz devamını sağlamak üzere bankalara ek likidite imkânları tanınacak.  Reeskont kredi düzenlemesiyle ihracatçı firmaların nakit akışı desteklenecek.  Reel kredi büyüme koşullarını sağlayan bankalar için yabancı para munzam karşılık oranları 5 puan indirilerek, bu bankalara 5,1 milyar dolar karşılığı döviz ve altın cinsi nakit kaynak sağlanacak.

MB’nin aldığı önlemlerin yaşamaya başladığımız ve gelecekte çok daha ağırlaşarak artacak olan sorunları çözmekte yeterli olabileceğini düşünmüyorum. Şu ana kadar ağırlıkla inşaat sektörü ciddi bir çöküşteydi. Daha sonra buna daralan talep nedeniyle beyaz eşya, otomobil, mobilya sektörleri eklendi. Buralarda KDV, ÖTV, MTV indirimleri ile önceki süreçte sorun atlatılmaya çalışıldı. 

Şimdi sadece bu sektörler değil, turizmden ulaşıma, gıdadan giyim ve AVM’lere varana kadar adeta ekonominin tüm kılcal damarlarına kadar yayılan bir kriz kanaması ortaya çıkacak. Mahalle kıraathanelerinden, nargile kafelere, döner ekmekçilerden simitçilere varana kadar her işyerini, küçük büyük her işletmeyi ve milyonlarca kişiyi içine alan bir devasa kriz yığını birikiyor.

Sıkıntı bugün öngörülenden kat kat büyük, yaygınlığı da geniş bir alana dağılmış vaziyette. Bu anlamda bir krizin CB Erdoğan’ın açıkladığı 21 maddelik erteleme-geciktirme paketiyle ya da MB’nin üç maddelik ihracatçıya destek kararlarıyla, faiz indirimiyle aşılabilmenin çok ötesinde!

Virüsün yol açacağı ekonomik tahribat bir anda ortaya çıkmayacaktır. Giderek artan şekilde ve orta-uzun vadeye de yayılacak tarzda ağırlaşacaktır. Gerekli ve doğru şekilde faaliyeti durdurulan on binlerce işyerinin ve çalışanlarının ortaya çıkartacağı sorunun büyüklüğü salgın felaketi atlatıldıktan sonra anlaşılacaktır.

  1. Merkez Bankası politika faizinde indirime gitti ve faizleri yüzde 9,75’e düşürdü. Enflasyon-faiz farkının iyice açılmasını beraberinde getiren bu karar, dövize yönelişi artıracak, TL’den kaçışı hızlandıracaktır!

Merkez Bankası, koronavirüs nedeniyle Para Politikası Kurulu'nu erken topladı. Banka faizi 100 baz puan (1 puan) düşürerek yüzde 9,75'e indiridi. İktidar ve ekonomi yönetimi de bu kararı “faizde tek haneye indik” diye büyük bir övgüyle duyurdu. MB’nin yaptığı yeni faiz indirimiyle enflasyon-politika faizi farkı iyice açıldı. Halen TÜİK tarafından en son yüzde 12,7 olarak açıklanan Şubat ayı enflasyonuyla, MB’nin aldığı son indirim kararı sonrasında yüzde 9,75’e düşürülen politika faizi arasındaki fark net 3 puana yaklaştı.

Küresel piyasalardaki sert dalgalanmaları dikkate aldığımızda Türkiye piyasasında uygulanan faizler artık belirgin şekilde negatif-eksi hale gelmiş durumda. Bu yüzden de TL cinsinden varlıklara yatırım yapanların parası enflasyon karşısında hızla eriyor. İktidar bu yılsonu için tek haneli enflasyon hedeflerken, MB de bu hedefe paralel olarak yılsonu enflasyon beklentisini yüzde 8,2 olarak açıklamıştı. Dolayısıyla şimdi savunulan tez yılsonu için tek haneli enflasyon hedefine paralel olarak faizin de tek haneye indiği. Ancak şu anda enflasyon yüzde 12,7 ve çift hanede.  Mevcut şartlarda çift hanede kalmaya devam edecek. MB yüzde 9,75’lik faizin yılsonu için hedeflenen 8,2’nin üzerinde ve “pozitif faiz” olduğunu savunuyor. TÜİK’in enflasyon hedefine piyasalar güvenmediği gibi MB’nin de bugüne kadar hemen hiç tutmayan yılsonu faiz hedefine güven duyulmuyor.

Dolayısıyla mevcut enflasyona göre değil de 9 ay sonra gerçekleşeceği tahmin edilen enflasyona göre belirlenen faiz piyasalarda kabul görmediği gibi negatif faiz makasının açılması beraberinde TL’den kaçışı getirirken, MB son faiz indirimi kararıyla da adeta herkese “paranızı dövize yatırın” mesajı veriyor.

Nitekim son açıklanan 13 Mart 2020 haftası itibarıyla bankalardaki döviz mevduatı toplamı yeni bir rekor daha tazeleyerek 231 milyar 213 milyon dolar düzeyinde gerçekleşti. 

Döviz kurlarındaki hızlı yükseliş ve dolar kurunun Ağustos 2018’deki Rahip Brunson krizi düzeyine ulaşması sonrasında kâr amaçlı bir miktar döviz mevduatının bozdurulması beklenebilir. 

MB’nin yeni faiz indirimi sonrasında TL’den kaçışın hızlanacağı kurların daha da yükseleceği beklentisi ağırlık kazandığı için döviz mevduatlarındaki yükseliş de sürecektir. MB’nin bu son faiz indirimi kararının ekonomi üzerindeki tahribatı artırmasını öngörmek doğru bir yaklaşım olacaktır. 

  1. Türkiye’nin küresel piyasalardaki ülke kredi risk primi 600’e yaklaştı. Son bir haftada çıkış yapan yabancı portföy yatırımcılarının satış tutarı ise 800 milyon doların üzerine çıktı!

Yılbaşından bu yana Türkiye piyasalarından çıkış yapan yabancı menkul kıymet yatırımcılarının yaptığı satış toplamı 13 Mart 2020 haftasında 4,8 milyar dolara yükseldi. 29 Ocak’ta 234 baz puan olan risk primi 1-5 ayda ikiye katlanarak 13 Mart’ta 497 baz puana yükselirken, 20 Mart 2020 haftasında 582,3 puana yükselerek 600 baz puana yaklaştı. Böylece Ocak sonundan bu yana Türkiye’nin risk puanı neredeyse üçe katlandı. CDS puanı yükselişini sürdürdükçe, reel faiz ile Merkez Bankası’nın politika faizi arasındaki makas da hızla açılıyor. Merkez Bankası'nın 13 Mart haftası için açıkladığı verilere göre, yabancı yatırımcılar ellerindeki hisse senetlerinden 201 milyon dolar, Devlet İç Borçlanma Senetleri’nden (DİBS) ise 632 milyon dolarlık daha satış yaptı. Özel sektör tahvil ve bonolarından yapılan satışların tutarı da aynı haftada 7,8 milyon dolar düzeyinde gerçekleşti. Böylece yabancı portföy yatırımcılarını Türk menkul kıymet piyasalarındaki satışlarının toplamı bir haftada 840,8 milyon doları buldu. 

Yabancıların Türkiye piyasalarından çıkışlarının hız kesmemesinde ve üç ayda 5 milyar dolara yaklaşmasında ekonomik göstergelerdeki kötüleşmenin yanı sıra, küresel piyasalardaki dalgalanmalar, iktidarın merakla beklenen ekonomik önlem paketinde yer alan düzenlemelerin sonuç vermekten çok uzak olması da etkili oldu. Merkez Bankası’nın (MB) gelişmeler karşısındaki çaresizliği, geçen hafta içinde erken ve acil Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısı yaparak, böylesi riskli bir ortamda yeniden faiz indirimine gitmesi de önümüzdeki döneme yönelik alınabilecek önlemler konusunda olumlu beklentileri tüketti, güveni sarstı.

Yabancı çıkışlarının artarak devam etmesi kaçınılmaz görünüyor. Kurlardaki yükselişe rağmen yabancıların portföylerindeki hisse senedi ve DİBS’leri boşaltmaya yönelmesi, yakın ve orta vadede Türkiye ekonomisinde düzelme olabileceği beklentisinin de söz konusu olmadığını, gerekirse zarar pahasına Türkiye’den çıkış için acele ettiklerini işaret ediyor!

  1. Yabancı çıkışları hızlanırken, yabancıların her hafta artan tutarlarda sattığı, üç ayda 5 milyar dolara yaklaşan bu hisse senetleri ve DİBS’leri kimler satın alıyor?

Yabancıların sattığı bu menkul kıymetleri yerli yatırımcılar, para sahipleri alıyor. Küresel piyasalarda nakde dönüş eğiliminin hızlanması nedeniyle yabancılar satışa geçerken, yerli yatırımcılar neden 5 milyar dolarlarını hazine ve özel sektör kâğıtlarına bağlıyor? Kaldı ki yerli yatırımcılarda bu tutarda bir varlığın olması da mevcut koşullarda güç görünüyor. Borsa İstanbul (BİST) endeksinin hızla düştüğü ve değer kaybettiği dikkate alındığında ülkemizin önde gelen şirket ve holdinglerinin hisselerinin aşırı ucuzlamış olması, ileride durum düzeldiğinde çok büyük kazanç sağlanabileceği düşüncesi belki yerli yatırımcılar açısından bir alım tercihi olabilir. Yine de bu tutarda bir parayı tüm piyasaların nakde yöneldiği bir süreçte bağlamak tercih edilebilir mi?

O nedenle yine finans ve menkul piyasalarında dile getirilen ve alımların Türkiye Varlık Fonu (TVF) tarafından yapıldığı yönündeki iddiaların gerçekliğiyle ilgili tartışmalar gündeme geliyor. 

Bekleyip göreceğiz!