Tek kutuplu dünya’dan çok merkezli belirsizliğe: Yeni dünyanın anlaşılmazlığı

1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, uluslararası sistemde yeni bir dönem başladı. Bu dönem, özellikle 1990’lar ve 2000’lerin başında “tek kutuplu dünya düzeni” kavramıyla tanımlandı. Bu anlayışın merkezinde, ekonomik, askeri ve kültürel gücüyle Amerika Birleşik Devletleri’nin küresel liderliği vardı. NATO müdahaleleri, neoliberal ekonomik reformlar, küreselleşme dalgası ve Batı değerlerinin evrensel kabul görmesi gerektiği fikri, bu dönemin ana eksenini oluşturdu.

Ancak bu tek kutupluluk hiçbir zaman gerçek anlamda mutlak bir hâkimiyet değildi. Çin’in ekonomik yükselişi, Rusya’nın yeniden askeri ve diplomatik aktör olarak sahneye çıkışı, Avrupa Birliği’nin çok taraflı normatif güç arayışları ve küresel Güney’in yükselen itirazları, bu düzenin zeminini yavaş yavaş sarstı. Bugün artık “tek kutuplu” bir dünyada yaşamadığımız çok açık. Fakat yerine neyin geldiği hâlâ net değil.

Güç Boşluğu ve Yeni Aktörler

Günümüzde uluslararası sistem, çok kutupluluğun değil; çoklu kırılmaların olduğu bir dönemi yaşıyor. ABD hâlâ askeri ve teknolojik üstünlüğüyle küresel etkisini korurken, Çin ekonomik gücüyle ve artan diplomatik aktivizmiyle Asya-Pasifik’in ötesine taşan bir küresel vizyon sunuyor. Rusya ise Ukrayna Savaşı ile birlikte Batı-dışı güç dengelerinin ne denli kırılgan ve tehlikeli olabileceğini yeniden hatırlattı.

Orta büyüklükteki ülkeler –Türkiye, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi– daha bağımsız dış politikalar izleyerek “orta güç” diplomasisiyle özerk manevra alanları yaratmaya çalışıyor. Ancak bu aktörlerin çoğu, sistem kurucu değil; sistem içinde konum arayan güçler olarak öne çıkıyor.

Kuralların Değil, Krizlerin Dünyası

Tek kutuplu dönemin eleştirilen tarafı, Batı merkezli bir adalet anlayışını evrensel kılmaya çalışmasıydı. Ancak yerine gelen bugünkü sistemin belirsizliği daha yıkıcı: Uluslararası hukuk etkisiz, kurumlar işlevsiz, değerler pazarlık konusu haline geldi.

BM kararlarının fiili bir caydırıcılığı kalmadı. Uluslararası Ceza Mahkemesi yalnızca “Batı dışı liderler” için işliyor algısı güçlendi. İklim krizi, göç, pandemi gibi küresel tehditlere karşı ortak çözüm mekanizmaları zayıfladı. Bu da her ülkenin, kendi çıkarına dayalı reflekslerle hareket ettiği “post-kuralcı bir anarşi” durumunu ortaya çıkardı.

Dünya Savaşlar ve Belirsizlik Arasında

Bugün Ukrayna’daki savaş, Gazze’deki yıkım, Sudan’daki iç savaş, Tayvan Boğazı’ndaki gerilim, sadece bölgesel krizler değil; çok merkezli bir sistemde denge arayışının çatışmalı yansımalarıdır. Dünya artık yalnızca kutuplar arası bir rekabet yaşamıyor; aynı zamanda normlar, değerler, bilgi, teknoloji ve hatta gerçeklik algısı üzerinde de çok yönlü bir savaş veriliyor.

Türkiye’nin Konumu: Geçişken Güç Arayışı

Türkiye gibi ülkeler için bu tablo hem fırsatlar hem riskler barındırıyor. Tek kutuplu dünyanın pasif periferisinde değil; çok kutuplu kaosun aktif oyuncusu olma ihtiyacı, Türkiye’yi daha bağımsız dış politika hamlelerine itiyor. Ancak bu geçişkenlik, stratejik savrulma ve yalnızlık riskini de beraberinde getiriyor. Hem Batı ile hem Doğu ile kurulan ilişkilerin pragmatizm üzerine inşa edilmesi, uzun vadeli güven ilişkileri kurmayı zorlaştırıyor.

Hegemonyasız Bir Dünya Mümkün mü?

Bugün artık “tek kutupluluk” nostaljisi ile “çok kutupluluk” beklentisi arasında sıkışmış bir dünyadayız. Ancak bu kutupların hiçbiri ahlaki üstünlük ya da küresel meşruiyet üretmiyor. Hegemonyasız, adalete dayalı, çok taraflı ama eşitlikçi bir uluslararası sistem inşa edilebilir mi? Bu, sadece büyük güçlerin değil, tüm insanlığın ortak sorusudur.

Artık yeni bir dünya mümkünse, bu dünya ancak dayanışma, hukuk ve ortak akıl üzerine kurulabilir. Güç değil; ilke belirleyici olmalıdır. Aksi takdirde, çok kutupluluk yerine yalnızca çok başlı bir belirsizlikle yaşamak zorunda kalacağız.

“Dünyayı yönetenler değil, yönlendiremeyen kurumlar çağındayız. Belki de en büyük kriz budur.